TOSBAĞA TV
" HAYAL ET ve HAREKETE GEÇ "

31 Aralık 2010 Cuma

Fethullah Gülen'e Göre Diyalog Nedir?(Ayrıntılarıyla)

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Diyalogla Alakalı Sorulara Verdiği Cevaplar
Soru: Diyaloğun dinler arası mı yoksa kültürler arası mı olması uygundur? Diyalog denince ne anlaşılmalıdır?
İfade açısından, "dinler arası" degil de "din mensupları arasında diyalog" demek daha uygun olsa gerek. Aslında, dinlerarası diyalog denilirken de, din bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik) olduğu için, burada mecaza gidilmekte ve dolayısıyla din müntesipleri kastedilmektedir. Kanaatimce, isme takılmanın bir faydası yoktur; eğer daha isabetli olacaksa "kültürler arası diyalog" ya da "farklı felsefeler arasında diyalog" denilerek muhteva daha da genişletilebilir ve semavi dinlerin dışındaki diğer inanç mensuplarının da bu faaliyetlere dahil edilmesi düşünülebilir.
Bu itibarla, diyalog, farklı inançlara mensup insanların herhangi bir meselede birbirlerinin duygu ve düşüncelerini dinlemeleri, öğrenmeye çalışmaları, kendi fikirlerini zorla kabul ettirme gayretine girişmeden birbirini anlamak maksadıyla karşılıklı konuşmaları, böylece uzlaşıp beraber yaşayabilmeleri ve hatta insanlığın ortak problemlerinin çözümünde işbirliğine gidebilmeleri gibi gayelere matuf faaliyetlerin bütünüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılınca görülecektir ki; hoşgörü, diyalog, herkese karşı saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme demek aslında Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine Vesikası'nı bir kere daha seslendirmiş olmaktır ve bu bir manada müslümanlar üzerine bir vazifedir. İşte, böyle bir yolla gönüllere girmek, onlara Cenâb-ı Hakk'ı duyurmak, Efendimiz'in adını cihanın her yanına ulaştırmak bütün müslümanlar üzerine bir vazifedir. Bu itibarla da, zannediyorum, bugün dünyanın değişik ülkelerinde gönüllü kültür elçileri gibi görev yapan insanlar dinin tahmil buyurduğu işte bu vazifeyi eda etmektedirler.
Evet, adına ne derseniz deyin, ister hoşgörü ve diyalog, ister insanî değerleri öne çıkarma ya da evrensel değerler etrafında kümelenme, isterse de farklı anlayış, farklı inanış ve farklı düşüncelere sahip kimselerin konumuna saygılı olma unvanıyla ortaya konan bu faaliyetler, kat'iyen kendi değerlerimizden vazgeçme ve başkalarının değer ölçülerini aynıyla kabullenme manasına gelmemektedir. Belli ölçüde saygı başka bir mesele, onu kabullenme daha başka bir meseledir. Diyalog ve kavl-i leyyin yoluyla meseleleri müzakere sahasına çekmek, başkalarını olduğu gibi kabullenmenin değil, onların konumlarına da saygılı olmanın gereğidir ve aynı zamanda kendi duygularımızı, düşüncelerimizi anlatabilmenin de bir vesilesidir.
Soru: Özellikle Türkiye'de diyaloğun öncüsü olarak siz gösteriliyorsunuz. Diyaloğun sizinle başladığını kabul ediyor musunuz?
Hoşgörü, diyalog veya bizim kullandığımız ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu "İnsanlığın İftihar Tablosu" o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, farklı bir anlatma üslubu ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yıl içinde herhangi bir çizgi değişikliği yok; aksine aynı konuda tahşidat var, tahkim var.
Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış, sadece edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiştir; bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur. Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler de yaşamış, tâbiîn de yaşamış, tebe-i tâbiîn de yaşamıştır. Bakın hakimiyet dönemlerine, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsaresi bu. Öyleyse diyalog, bizimle başlayan bir süreç değil.
Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler on beş asırlık İslâm tarihinde her zaman Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) ve "Raşid Halifeler"in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış; uygulanmamış, çünkü bazen işin özünü hazmedemeyen ve içine sindiremeyen nâehil kimseler üst makamları tutmuş. İslâm ile bağdaştıramayacağımız dünyevî düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler zuhur etmiş. Dahası, buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu edilmiş. Zamanla bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla, halk tabiriyle ifade edelim, İslâm adına nice kabalıklar yapılmış. Ne var ki, bunların hiçbiri esasında İslâm'a ait değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.
Bu zaviyeden, biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) "Medine Vesikası"nı seslendiriyoruz. Veda Hutbesi'nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz.. ve böylece vazifemizi ve vecibemizi yerine getiriyoruz.
Soru: Diyaloğun dini temellerini soracak olsak, bu meseleye dair Kur'andan delil göstermek mümkün müdür?
Kurân-ı Kerim'e o nazarla bakacak olursanız, diyaloğa çağıran pek çok ayet bulabilirsiniz. Bilhassa Ehl-i Kitap'a karşı yumuşak olmak Kur'ân'ın emridir. Değil sadece Ehl-i Kitap, Cenâb-ı Allah, Hazreti Musa'yı, Firavun'a gönderirken dahi "Ona yumuşak söz söyle; olur ki, öğüt alır, kendine gelir ve Allah'tan korkar" (Tâhâ, 20/44) diye mülâyemeti emreder. Muhatapları, Firavun, Nemrut, Şeddad gibi kalb ve kafaları imana kapalı, küfre proğramlanmış insanlar bile olsa, Müslüman anlatacağı şeyleri yine "kavl-i leyyin" ile anlatmalıdır. Galiz sözlerin, insanları kınamanın ve onlara karşı kaba davranmanın İslam'da hiç mi hiç yeri yoktur.
Daha Bakara sûre-i celilesinin hemen başında Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kur'ân müttakileri hidayete ulaştırır." Daha sonra da bu müttakilerin kim olduğunu açıklar: "Gaybe iman eden, namazı dosdoğru kılan ve rızık olarak verdiklerimizden infakta bulunanlar. Ve aynı zamanda sana ve senden önceki (Peygamberlere) indirilenlere iman edenler. Ve onlar Âhiret'e de kesin bir yakin içindedirler." Kur'ân bu âyetleriyle bizi, çok yumuşak ve biraz da kapalı bir üslûp kullanarak, geçmiş peygamberleri ve asıllarıyla onlara indirileni kabule çağırır. Daha Kur'ân'ın başında, ondan istifade için böyle bir şartın getirilmesi, bana Ehl-i Kitap ile diyalog adına çok önemli geliyor.
Diyalog denince ilk akla gelen ayet-i kerimelerden biri de, "De ki: "Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'la beraber rab edinmesin." (Âl-i İmrân, 2/64) mealindeki ilahi beyandır. Evet, İslam'ı bütün bir kale ve hududullah ile çevrilmiş geniş bir kasr-ı muallâ olarak düşünecek olursak, bu sarayın müteaddit giriş kapıları olduğu gibi, bu kapılara ulaştıran ve içeri girmeyi sağlayan mahlukatın nefesleri adedince yolların var olduğunu da unutmamak icab eder. İslam, kendine has üslubuyla insanları bu yollardan herhangi birinde ve yine yolun herhangi bir noktasında kucaklar ve usûlüne göre onu kapılarından birinden içeriye çeker. Zannediyorum, böyle bir husus ve tedriciliğin anlaşılamamış olması ya da tam idrak edilememesi, dün olduğu gibi, bugün de bazılarını belli yanlışlıklara sürüklemektedir. İşte bu ayet, Ehl-i Kitap'ı, sözü edilen yollardan veya noktalardan birinde yakalıyor; onlara güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin" deyişte, "sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir." diyor ki, bu da Kur'ân'ın, Ehl-i Kitap'la aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalaması demektir.
Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur: "Zulmedenleri hariç, Ehl-i Kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda, münazara, mücadele etmeyin!" (Ankebut, 29/46) Kur'ân , bu âyetiyle de bize, üslûbda takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi salıklar. İslâm'da münazara şekil ve üslûbu konusunda Bediüzzaman'ın söyledikleri de son derece dikkat çekicidir: O, "Münazarada karşıdakinin mağlubiyetiyle memnun olan insan, insafsızdır." der ve bunun sebebini de şöyle açıklar: "Onun mağlûp olmasıyla siz bir şey kazanmazsınız; siz mağlûp olup da, o kazanmış olsaydı, o takdirde bir yanlışınızı düzeltmiş olacaktınız." Evet, münazarayı, nefsi adına değil de, gerçeğin ortaya çıkması adına yapan insanın tavrı başka değil bu olmalıdır. Buna karşılık, siyaset meydanları nda, sadece hasmı mağlûp etme düşüncesiyle yapılan münakaşalara baktığımızda, o tartışmalardan olumlu hiçbir netice çıkmadığı da açıktır. Öyleyse, müsâdeme-i efkârdan, yani fikirlerin çarpışmasından hakikatin ortaya çıkması için, karşılıklı anlayış, saygı, hakperestlik gibi düsturlar kat'iyen kulakardı edilmemelidir. Bu ise, Kur'ânî bir düstur olarak ancak iyi bir diyalog ortamında gerçekleşebilir.
Söz konusu ayetin devamında Cenâb-ı Hak, "Onlara şöyle deyin: Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O'na gönülden teslim olduk." (Ankebut, 29/46) buyurarak, Müslümanlara ortak noktaları öne çıkarmak suretiyle kendilerini anlatabilmek için bir zemin oluşturmayı tavsiye etmektedir. Dolayısıyla, Ehl-i Kitab 'ın zalim olmayan kesimiyle münasebetlerimizde, şiddetli davranma ve onları tahrik etme düşüncesi İslâmî bir düşünce ve davranış değildir. Böyle bir düşünce ve davranış İslâmî olmaktan da öte, İslâmî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir.
Bir başka yerde, "Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen inançsızlara gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insafı gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever." (Mümtehine, 60/8) buyurulmaktadır. Bu âyetin inmesiyle alâkalı olarak, Hazreti Esma validemizin müşrike olan analığının, Mekke'den Medine'ye gelip validemizle görüşmek istemesini naklederler. Hazreti Esma, Allah Rasûlü 'ne gelir ve müşrik annesiyle görüşüp görüşemeyeceğini sorar. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve görüşmenin de ötesinde, ona iyilikte bulunmanın dahi herhangi bir mahzuru olmadığı ifade edilir. (Buhari, Hibe 28, Edeb 8; Müslim, Zekat 50) Evet, Bahse konu olan bu kadın bir müşriktir. Ayrıca, bu âyet müslümanlarla Mekke müşriklerinin aralarının son derece gergin olduğu bir sırada nazil olmuştur. Buna rağmen iyiliği, insaf ve adaleti emretmesi bize göre oldukça mânidardır.
Evet, Kur'ân-ı Kerim'e bu zaviyeden bakınca, konuyla alâkalı daha pek çok âyet bulmak mümkündür. Kaldı ki; zaten "İslâm" da ismi, menşei itibarıyla silmi, emniyeti ve güveni ifade etmektedir
Soru: Kur'ân-ı Kerim'deki öldürme, sürme, harb etme gibi hükümleri nasıl anlamalı?
Geçmiş dönemlerde, bazı Hıristiyan ve Yahudilerin apaçık bir gerçek ‎karşısında gösterdikleri inat, ayak direme ve düşmanlığı ifade için Kur'ân'ın kullandığı aynı üslûp, bugünün bütün Yahudi ‎ ve Hıristiyanları için de aynıyla kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet yoktur. Bu tür âyetlerde sübût-u kat'i arandığı ‎gibi, delâlet-i kat'iye de aranmalıdır. Yani, bu âyetlerin Kur'ân âyetleri olduğu kesindir. Fakat, o âyetlerin ilk günden ‎bu yana istisnasız ve mutlak manada her Yahudi ve Hıristiyanı içine aldığı kesin değildir.‎
İkinci olarak, o sert gibi görülen üslubun muhatabı, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık duygu ve düşüncelerdir. Evet, Kur'an, ihkâk-ı hak gereği sesini yükseltirken, münkirlerden ve mülhidlerden ziyade, onların dile getirdikleri kâfirce düşünceleri ve mülhidce anlayışları hedef almıştır. Kur'ân'ın bu üslûbu, o dönemlerde kendilerini Yahudilik ve Hıristiyanlığa mensup addedenlerin ‎Yahudiliğe ve Hristiyanlığa getirdikleri yanlış yorumlardan ve o yorumları hayatlarına hayat kılmalarından dolayıdır. ‎Daha doğrusu, dînî inanç ve düşünceyi bir düşmanlık sebebi ve malzemesi yapmalarından dolayı Kur'ân onları böyle ‎bir üslûpla ele almıştır. Yani, Kur'ân'ın tavrı şahıslara değil, yanlış davranış ve yanlış düşüncelere karşıdır; bu tavır, gerçek karşısında ‎ ayak direyip, düşmanlık üretme hislerini körükleyen kin, nefret, haset ve kibir gibi tasvip edilemeyecek sıfatlarla alakalıdır. Bu sıfatlara karşı çok daha sert ifadeleri ‎ bizzat Tevrat'ta ve İncil'de de görmek mümkündür.‎
‎Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de, İslamî hakikatlere başkaldıran insanlara karşı takınılması gereken tavırlar, had, kısas gibi cezaî müeyyideler de vardır. Bu müeyyidelerden hareketle Hulefa-yı raşidin efendilerimiz zamanında, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılagelen bazı uygulamalardan bahsetmek mümkündür. Şayet, o uygulamalar bağlı bulundukları tarihî çizgiden koparılarak değerlendirilirse yanlış kanaatlere varılır. O halde, o hadiselere siyak-sibak münasebeti içinde bakmak ve her şeyi öylece değerlendirmek lazımdır.
Dahası, meseleleri değerlendirirken, hadiselerin cereyan ettiği şartlar da çok iyi incelenmelidir. Mesela; savaş zamanında harb hukukuna göre verilecek hükümler başkadır; barış anında dikkat edilmesi gereken hususlar ise daha başkadır. Dolayısıyla, bu ifadedelerim, bazılarının belki de bilerek yanlış yorumladıkları gibi "hükümlerin dünkü müşrikler için geçerli olduğu ama bugünkü inançsızları kapsamadığı" şeklinde basitçe ele alınmamalı ve bazı modern yorumcuların seslendirdiği türden bir tarihselçilik olarak da değerlendirilmemelidir.
Diğer taraftan Kur'ân, bazılarına sert gibi gelse de, en uygun ifadelerle ortaya koyduğu bu tür sıfat ve davranışları yermesinin ‎ve bu sıfat ve davranış sahiplerini ikaz ve tehdit etmesinin hemen ardından, çok yumuşak ifadelerle gönülleri ‎hakikate uyarmaya ve kalblere ümit aşılamaya çalışır. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'in Yahudiler, Hıristiyanlar ve ‎münafıklarda görülen bazı tavır ve davranışlardan dolayı serdettiği tenkit ve ikazların, imanları kendilerini aynı tavır, ‎ davranış ve sıfatlardan alıkoymaya yetmeyen mü'minler için de söz konusu olduğunda Sahabe ve müfessirler ‎arasında âdeta görüş birliği vardır.‎
Bu itibarla, diyebiliriz ki, İslâm'da sulh, sevgi, af, müsamaha esastır; kâfirlere karşı sert davranma.. gibi hükümler ise eskilerin ifadesiyle "saniyen ve bilarez"dir. Kaldı ki onlara sert davranma, mücadele etme ve gerektiği yerde öldürme çeşitli sebeplere talik edilmiştir. Şayet o sebepler söz konusu olmazsa, hükümler de tatbik edilmeyecek demektir. O sebepler mevcut değilse o zaman yapılacak şey "va'z u nasihat"tir, "emr-i bi'l maruf"tur, "kavl-i leyyin"dir ve "tavr-ı leyyin ile İslâm'ın güzelliklerini anlatmak"tır. Bu esasları nazar-ı dikkate almadan, Kur'ân'ı Zahirîlerin anladığı şekliyle anlayıp, vurma, kırma, dövme diyen insanlar maalesef ne hükmü, ne hükmün menatını ve ne de İslâm'ı anlamamışlardır.
Soru: "Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin!" ve "Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin!" mealindeki ayetleri nasıl anlamamız gerekiyor?
Kur'ân'ı anlama mevzuunda, Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını tefsir ettiği gerçeğinin ve tahsis, ta'mim, takyit ve esbâb-ı nüzûl gibi tefsir usulüne ait düsturların göz önünde bulundurulması çok önemlidir. Söz konusu âyetleri de bu çerçevede ele almak gerekmektedir: Kur'ân-ı Kerim, "Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin!" (Mâide, 5/51) buyurduğu gibi, "Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 60/9) buyurarak Mâide suresindeki âyeti takyit etmekte, yani sınırlayıp çerçevesini belirlemektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim, bütün Ehl-i Kitap'ın aynı olmadığını, onlar arasında Allah'tan korkan, zulümden kaçınan ve ahirete inanan kimselerin de bulunduğunu ifade ettiği gibi, Peygamber Efendimiz de onları bir tutmamıştır. Mesela; Medine Vesikası'na uymayan Yahudilerden Beni Kureyza'yı cezalandırdığı dönemde yine bir Yahudi kabilesi olan Beni Nadr ile anlaşmasını devam ettirmiştir.
Ayrıca, özellikle Zâhid-i Kevseri ve Nur Müellifi gibi tefsirciler, bu ayeti açıklarken "Hükmün müştaka ta'liki me'haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder" kaidesini esas almışlardır. Yani, bu ve benzeri ayetleri "bir sözden çıkarılan hüküm için esas alınan kelime, o hükme illet olmalıdır" kaidesine göre tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla, ilahi beyan "Onları dinleri itibarıyla, Yahudilik ve Hıristiyanlıklarını paylaşma şeklinde dost edinmeyin." demektir.
Üstad Hazretleri, bu meseleyi ele alırken, "Ehl-i Kitap'tan bir mahremin olsa elbette seveceksin!" der ve çok önemli bir nüansı hatırlatır. Ehl-i Kitap'tan bir kadınla evlenen Müslüman, elbette hanımını sever; fakat, onun bu sevgisi hanımının dinini de sevmesi ve kabul etmesi mânâsına gelmez.
Ayrıca, onları dost edinip edinmeme mevzuunda, meselenin siyasi yanları, muhatapların anlaşma şartlarına uyup uymamamaları ve dini, bir düşmanlık sebebi yapıp yapmamaları da dikkate alınmalıdır.
Hasılı, medeniyete ve terakkiye açık yanlarını ve mü'mince sıfatlarını istihsan etmeye, evrensel barışı ve asayişi sağlamaya matuf bir dostluk, kat'iyen Kur'ânın nehyettiği dostluğa girmez.
Soru: Peygamber Efendimiz'in hayatında böyle bir diyaloğun misalleri var mıdır?
Tabii ki vardır; zira, bu şehrahın ilk fatihi Allah Rasûlü'dür; O, Mekke'deki müşriklere karşı bu üslupla davranmış, Hudeybiye sulhunda meseleyi pratik olarak ortaya koymuş, Medine vesikası ile de bu hususu te'yid buyurmuştu. Hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulamayacağını ilk kez İnsanlığın İftihar Tablosu âleme duyurmuş ve bir yönüyle, birlikte yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuştu. O, aynı hakikatları farklı bir üslup ve eda ile Veda Hutbesi'nde de tekrar etmişti.
Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, başta Hıristiyan kabileler olmak üzere etrafındaki bütün topluluklarla anlaşma yolunu seçmiş ve hep sulh taraftarı olmuştu. Mesela, O, Hıristiyanlardan İbn Haris b. Ka'b ve kabilesi, Bahreyn halkı ve Yemenliler ile muahede imzalamıştı. Necran Hıristiyanları ile yaptığı anlaşma ise Medine Vesikası kadar tarihi önemi haiz bir vesikaydı. Merhum Muhammed Hamidullah hocanın ısrarla nazara verdiği bu muahedenin bir iki maddesi şöyleydi: "Ehl-i Kitap'a merhamet edilecek, kimsenin onları incitmesine izin verilmeyecek... Bir Hıristiyan kadın bir müslüman erkeğin nikahı altına girerse müslüman koca onun Hıristiyanlığına razı olacak, kendi dini görevlerini yerine getirme konusundaki isteklerine uyacak ve onu bunlardan men etmeyecek. Kim buna uymaz ve kadını dini konusunda sıkıştır, baskı altında tutarsa Allah'ın ahdine, Rasûlü'nün anlaşmasına karşı çıkmış olur ve o kimse Allah nezdinde yalancılardan biridir... Eğer onlar mabedlerini tamir gibi bir din işinde veya herhangi bir dünyevi ihtiyaçlarında müslümanlardan yardım isterlerse müslümanlar onlara yardımda bulunacak ve bu onları borç altına sokmayacaktır; bu yardım, Allah Rasûlü'nün ahdine vefa, onlara hediye ve Allah'ın lütfu olarak yapılacaktır."
Evet, Allah Rasûlü hep diyalog ve anlaşma arayışında olmuştu; bunu aynı zamanda peygamberliğinin bir esası olarak ortaya koymuştu. Ebû Cehil, küfür ve cehaletin babasıydı; fakat, Efendimiz onlarca defa onun ayağına gitmiş ve davasını anlatmıştı. O inat etmiş, kabule hiç yanaşmamıştı ama Efendimiz de anlatmaktan geri durmamıştı. Kainatın İftihar Tablosu, Ebû Talib'in ocağında neşet etmiş, amcası vefat edene kadar belki yüzlerce defa onu da Hak dine çağırmış; defalarca "Amca, ne olur bir kere "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah" de; de ki, ahirette sana şefaat edeyim" buyurmuştu. Peygamber Efendimiz, sadece Ebû Talib'e bile birkaç yüz defa aynı davette bulunmuş; "kâfir" deyip onu terk etmemiş, hep yanında olup bir fırsat kollamış ve ona defalarca İslam'ı anlatmıştı. Amcası ölüm döşeğindeyken bile, Allah Rasûlü, bir kere daha ona ebedî huzur koridorunu işaret etme gayretine girmişti. Şimdi eğer O, irtibatı kesse, Ebû Talib'in yakınında durmasa ve onun evine gidip gelmese idi nasıl anlatacaktı davasını?
Aslında, o ilk dönemde, dini anlatma gayesiyle cihanın her yanına giden sahabe efendilerimiz yumuşak tavırlarıyla, müsamaha ve mülayemetleriyle gönüllere girmişlerdi. Onlarla tanışan insanların pek çoğu İslam'ın nuruyla aydınlanmış, bazıları da hiç olmazsa müslümanlara sempati duyar hâle gelmişti. Hazreti Mus'ab (radıyallahu anh), Efendimiz'in emriyle, Medine-i Münevvere'ye gittiği zaman, orada putperestlerle aynı mekanda bulunmasaydı ve onlarla yakınlık tesis etmeseydi, nasıl duyuracaktı ki İslam'ı? Halbuki, Hazreti Mus'ab gibi tebliğ ve temsil abidelerini tanıyınca en katı kalbler bile eriyor, yumuşuyor ve gönül rızasıyla İslam'a koşuyorlardı. O seviyeyi yakalayamayanlar ise, en azından müslümanın kan dökücü, kavgacı ve fesat çıkarıcı olmadığını görüyor, mü'minlere karşı yakınlık duymaya başlıyorlardı.
Dihyetü'l-Kelbî hazretleri, Peygamber Efendimiz tarafından Roma İmparatoru'na elçi olarak gönderilip Heraklius'a davet mektubunu sunduğunda, o kadar aşk u heyecanla dolu ve o denli coşkuluydu ki, onun bu haline vurulan Heraklius "Bilmem ki, tebliğ için yollara düşerken ve çöle açılırken, Hazreti İsa'nın havarileri de bu kıvamda ve bu celâdette miydi?" diyerek hayranlığını ifade etmişti. Dihyetü'l-Kelbî, tâ Heraklius'un ülkesine kadar gitmeseydi onlar nereden bileceklerdi Hak dini? İmparatorun piskoposu o yüce sahabiyi tanımasaydı, iman ufkunu nasıl yakalayacak ve nasıl gaybî biat edecekti Allah Rasûlü'ne?
Soru: Raşit Halifeler devrinde ve onlardan sonraki dönemlerde de diyaloğa mesned olabilecek hadiseler vuku bulmuş mudur?
Hulefa-yı Râşidin efendilerimizden günümüze kadar hemen her zaman müslümanlar Ehl-i Kitap'a karşı hep mürüvvetkârane davranmış, hatta zulme maruz kalsalar da asla zulmetmemişlerdir. Mesela, Haçlı seferleri sırasında camilerin kiliseye çevrilmesine aynı dilden cevap vermek isteyen müslümanlar "Onlar bizim rehberlerimiz değil; bizim dinimizde mabedlere saldırı yoktur!" diyen İslam ulemasından fetva alamamış ve ve kiliseleri olduğu gibi bırakmışlardır.
Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılarla sürüp giden upuzun bir dönemde, başka din ve inanç müntesipleri İslam topraklarında hep huzur içinde yaşamış, kendi inanç ve kültür değerlerinden taviz vermeye hiç mi hiç zorlanmamış ve müslümanların idaresini kendi dinlerinden olan kimselerin emri altında yaşamaya tercih edecek kadar hayatlarından memnun kalmışlardı. Müslümanlar da bu toplumlarda onlarla beraber yaşama ve hal diliyle onlara İslam'ın güzelliklerini anlatma yolunu seçmiş ve bu anlayışa hep uygun davranmışlardı. Tarihin sayfaları şöyle bir karıştırılsa, bu meseleye örnek teşkil edebilecek pek çok uygulama ve anlaşma görmek mümkün olacaktır:
Taberi'nin naklettiğine göre; Hazreti Ömer efendimiz Eyle halkına teminat verirken anlaşma metnine şu maddeyi koymuştu: "Onların can ve mal emniyeti, kiliseleri, haçları, bütün fertleri teminat altındadır. Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve içindeki eşyalara asla dokunulmayacaktır. Onlardan hiç kimseye dini inanışından dolayı zorlamada bulunulmayacak ve kat'iyen zarar verilmeyecektir."
Müslümanlardaki bu hoşgörü ve vicdan hürriyeti tarih boyu hep böyle devam etmişti. Öyle ki, İ. H. Danişmend'in anlattığına göre, Fatih döneminde Ortadoks Sırplar, Katolik Macarlar ile Osmanlıllar arasında tercih yapma durumunda kalınca kendilerine din ve vicdan özgürlüğü tanınacağından emin olarak Osmanlı himayesine girmişlerdi. Yine, Fatih Sultan Mehmet'in, Bosna'daki Latin papazlarına verdiği ferman çok meşhurdur ve tam bir insan hakları vesikasıdır.
"Devlet-i âliye-i Osmaniyeyi insanlığın şemsiyesi yapacağım" diyen Sultan 2. Bayezid, İspanya'daki zulümden kaçan 150 bin Yahudi'ye sığınma hakkı tanımıştır.
Yavuz Sultan Selim de Kudüs Ermeni Patrik'ine verdiği emanda hiç kimsenin dini vecibelerini yerine getirmesine mani olunmayacağını ve mabetlerinin korunacağını taahhüt etmiştir.
Evet, Raşit halifelerden Ömer b. Abdülaziz'e, Nureddin Zengi'den Selahaddin Eyyûbî'ye, Alparslan'dan Fatih'e kadar bütün müslüman idareciler emirleri altındaki gayr-i müslimleri bir emanet gibi görmüş; onlara İslam'ı hal ile anlatma hususunda azami gayret göstermişlerdi. Dahası, Cumhuriyet döneminde de aynı hoşgörü devam etmiştir ve Nazi zulmünden kaçanlar gelip Anadolu'ya sığınmıştır.
Soru: Bazı kesimler diyalog faaliyetlerini dinden taviz olarak algılıyorlar. O türlü tenkitleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hoca görünen, ya da seleften miras kalan şeyler adına "kutup"luktan, "gavs"lıktan bahis açanlar nasıl düşünürse düşünsün, bizim kalbimizi Allah biliyor. Ben, değil böyle büyük meselelerde, yatağa girerken bile elimden geldiğince Efendimiz'in tarzını uygulamaktan taviz vermedim. Arkadaşlarımın da taviz verdiğini zannetmiyorum. Neylersiniz ki, sayıları az da olsa, bazı insanlar bu hayırlı faaliyetleri bir "gâvurlaşma" ve "gâvurlaştırma" gibi gördü ve göstermeye çalıştılar; mantığını anlamakta zorluk çektiğim bir yaklaşımla, maalesef, bu harekete gönül vermiş insanlar hakkında dalâlet ve küfür isnadında bulundular. Ayet ve hadislere sadece bir açıdan bakarak, siyak-sibak bütünlüğünü görmezlikten gelerek yaptıkları yorumlarla, onlar hakkında "bid'atkâr"dan "kafir"e kadar bir sürü iftirada bulundular. Çoğu zaman, en masum söz, tavır ve davranışları bile kendi garazkârlıklarından dolayı yanlış vadilere çekti; bazen de bazı arkadaşların -eğer varsa- ferdî hatalarını bu faaliyetleri destekleyen bütün gönüllülere yükleyerek, hepsini birden tekfir ettiler.
Oysa, değil bir topluluğu, tek bir insanı bile küfürle itham etmek dinimize göre altından kolay kalkılamayacak bir vebaldir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), "Bir müslüman bir başka müslümana "kâfir" dediği zaman ikisinden birisi mutlaka kâfir olur. Eğer küfür isnad edilen insan gerçekten kâfirse, o söz yerini bulur. Fakat değilse, o zaman söz, küfür isnad edene döner ve o kâfir olur." buyurmaktadır. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi gibi en muteber kaynaklarda yer alan bu hadis-i şerifi ve dinimizin bu konudaki hassas ölçülerini bilen bir insanın başkaları hakkında o kadar rahat konuşması, hele hele koca bir topluluğu tekfir etmesi çok büyük bir hata ve bir dalalettir!.
Ne tuhaftır ki, bir kesim çekememezlikten "Amerikancı" diyor, diğer bir kesim "işbirlikçi." Aslında İslam'a hasım bazı hasta ruhlar, "Bunlar şeriatçıdır, dini getirip hayata hakim kılacaklar" diyor; bazıları da tam tersini iddia edip diyalog gayretlerini misyonerlere, onların rahat ve serbest dolaşmalarına, propaganda yapmalarına ve kilise faaliyetlerine destek gibi görüyor ve gösteriyorlar. Bunlar öyle birbirine zıt şeyler ki, hepsi bir yere isnat ediliyorsa, bu tür taarruzlar bütün iddiaları kendiliğinden düşürür. Kanaat-i acizanemce, bazıları dine düşman olduklarından dindarların vesile olduğu hiçbir hayırlı işi kabul etmiyorlar; bazıları da, haset ve kıskançlıktan dolayı her başarının kendilerine isnat edilmesini istediklerinden bu işi bir türlü hazmedemiyorlar.
Onlar ne derse desin, niyetimizi Allah biliyor, otuz seneden beri bu millet de biliyor. Allah'ın rızasını kazanmak ve tarihî birikimlerimizi dünya insanlarıyla paylaşarak kanlı bir coğrafyada sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdamız yok bizim. Biz, millet olarak, kendimizde çok güzel şeylerin bulunduğuna inanıyoruz. Allah (celle celâlühu) iyi şeyleri tecrübe etme ve adeta bir dantela gibi tabiatımıza işleme imkanını vermiş bize -inşaallah yerinde değerlendirilir-. El-âlem, bir tuval üzerinde karaladığı çizgileri, resim sergisi diyerek neşrediyor. Bizim ise, bir yönüyle dört bin senelik, bir yönüyle de altın çağımız diyeceğimiz bin senelik şanlı bir tarihimiz var. Pek çok meselede mümârese sahibi olmuşuz; mesela, ciddi bir estetik anlayışı geliştirmişiz. Bu güzellikleri teşhir etmemiz ve bu iş için sergiler açmamız hem hakkımız hem de vazifemizdir. İşte günümüzde bu türlü sergilerin açıldığı yerler de eğitim yuvalarıdır, okullardır, kültür lokalleridir, hatta ticaret mülahazasıyla yurtdışına giden insanımızın açtığı iş yerleridir ve hepsini kuşatan diyalog faaliyetleridir. Çünkü, onların tavır ve davranışlarından dökülen şeyler de yine bizim mazimiz, bediî zevklerimiz, dinî telakkilerimiz ve ahlakî mülahazalarımız olacaktır. Evet, bizim bu değerlerimizin, başka kültürlerin insanlarına çok mana ifade edeceği kanaatindeyim.
Ayrıca, daha önce de arz ettiğim gibi, hoşgörü ve diyaloğu biz icat etmedik. Bunun öteden beri toplantıları yapılıyordu dünyanın değişik yerlerinde. O türlü toplantılar Arap âleminde de yapılıyordu, Uzakdoğu'da da, Vatikan'da da, Avrupa'da da, Amerika'da da. Bazı Müslümanlar da çağrılıyorlardı oralara; fakat, senaryoyu hazırlayanlar başkalarıydı. Onlar, diyalog vizesiyle her yerde rahat rahat dolaşıyor ve hatta misyonerlik yapıyorlardı. Bu manada, Müslümanlar işin içinde yoklardı; kendi düşüncelerini söyleyemiyor, "bu defa da şöyle yapalım" teklifinde bulunamıyorlardı; "Abant'ta yapalım, Harran'da yapalım" diyemiyorlardı. Oysa, bugün Müslümanlar da bu serbest dolaşım vesilesini kullanabiliyorlar. Yani, hoşgörü ve diyalogdan başkaları kendi düşünceleri adına ne kadar istifade ediyorsa siz de kendi dininiz ve diyanetiniz adına o kadar istifade ediyorsunuz. Şayet dininizi ve milletinizi seviyorsanız, bundan rahatsızlık duymanız değil memnun olmanız gerekir. Maalesef, bazıları bunu ya bilemiyorlar, ya anlayamıyorlar ya da kıskançlık gözlerini kör etmiş.
Soru: Bir kitabınızda yer alan "Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın Rasûlüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere bile rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır." sözleriniz bazı kesimler tarafından tenkit ediliyor. O sözü şerheder misiniz?
Evvela, bir sözü doğru değerlendirmek için o sözün siyak ve sibâkına (öncesine ve sonrasına) da bakmak gerekir. (Söz konusu yazının yer aldığı kitabı isteyip alakalı bölümü açıyor) Bakın size o bölümü okuyayım da kendiniz değerlendirin: "Bu konuda bana, başkaları tarafından anlatılan bir vak'ayı arzetmek istiyorum. Çok eski yıllarda birisi gelmiş bana İslâmî cemaatlerden birisini sormuş. Ben de: "Onlar, ufkumuzda yalancı bir şafağın bile olmadığı dönemde, Edirne'den Ardahan'a kadar ülkemizin her tarafını köy-kent demeden dolaşarak kurslarla, yurtlarla, pansiyonlarla donattılar" demişim. Aradan bir-iki ay geçmiş. Bornova'da akşam sohbetleri sırasında yine aynı soruyu sormuşlar, ben yine benzer şeyler söylemişim. Belki aradan birkaç ay geçmiş o zat tekrar gelmiş, yine aynı soruyu sormuş. Ben de ilk söylediğime benzer şeylerle soruya cevab vermişim. Bu meselenin bir de öteki yüzü var. -Bilmiyorum söylesem mi?- O zat benim, haklarında böyle konuştuğum cemaate gitmiş, dediklerimi aktarmış. İhtimal bu hususta ölçüyü tam anlamıyla kavrayamayan birisi benim için "Aktörlük yapıyor" demiş. İkinci ve üçüncü seferlerde de aynı şekilde cevap alınca "Bir insanın beni tanımadan, nereden geldiğimi bilmeden, farklı zamanlarda ne niyetle sorulduğunu bilmediği bir soruya hep aynı şekilde cevap verebilmesi mümkün değildir ve bu kat'iyen aktörlük olamaz" demiş.
Evet, bizim için temel ölçü, din ve diyanete, hangi yolla olursa olsun, hizmet etmektir. Biz az veya çok bu uğurda katkısı bulunan herkesi, ama herkesi alkışlar, başlarımızı ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koyabiliriz. Kaldı ki bu ölçüyü biz koymuyoruz ki?.. Allah ve Rasulü bu hususla alâkalı ölçüyü asırlar önce koymuşlar: "La ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen herkes, bizim din kardeşimizdir. Ayrıca kabirde Münker-Nekir, "Rabbin kimdir, nebin kimdir, dinin nedir?" diye soracak. O sorular arasında falanı filanı kabul etme yoktur. Yani onları kabul etme iman esasları arasında değildir. O halde ben, ne diye şu ya da bu sebeble beni tasvib etmeyen din kardeşlerime cephe alayım ki?"
İşte bunlar söylendikten sonra söz konusu cümle yer alıyor ve deniyor ki: "Hasılı, herkes kelime-i şehadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani "Muhammedün Rasûlullah"ı söylemeyen insanlara bile, rahmet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah'ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: "Acaba ben de istifade edebilir miyim?" diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma ve o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O'nun, hazine O'nun, kul O'nun.. öyleyse herkes haddini bilmeli..."
Kaldı ki, tenkit ettikleri o cümleden hemen sonra şu paragraf yer alıyor ve kelime-i tevhidin bütününe dikkat çekiliyor: "Söz buraya gelmişken bir düşüncemi arzederek bu faslı da kapatmak istiyorum. 70'li yıllardan beri beni ve hizmetimizi yakın plana alan ve yakaladığı her fırsatı değerlendirerek gammazlayan, hattâ devlet ricalini iğfal eden ve bir gazetede sahibi olduğu sütunu çoğunlukla bunlara ayıran bir yazar bir gün "La ilahe illallah, Muhammedün Rasûlullah" dese inanın bana, o gün benim için bayram olur. O şahsın bana yıllardan beri durmadan, usanmadan, yılmadan düşmanlık yapmasını hiç önemsemeden onu bağrıma basarım. Evet, önemli olan o zâtın Allah ile arasındaki düşmanlığı aşabilmesi ve O'na yakın olabilmesidir."
Soru: Yani, tenkit edilen sözleriniz mücerred "Lâ ilâhe illâllah" demenin kurtuluş için yeterli olduğu manasına gelmiyor; onu söyleyen bir insanın "Muhammedun Rasûlullah" demese de ahiret azabından kurtulacağını söylemiş olmuyorsunuz, öyle mi?
Tabii ki... Bediüzzaman'ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, "Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz."
Ben hayatım boyunca herkese karşı cennet hâzinleri gibi yumuşak edalı olup, yarım kelimeyle dahi olsa insanlara bir ümit vererek bir kurtuluş ‎yolunun olabileceğini hatırlatmaya çalıştım. Bazen mükellefiyetlerin tam-tekmil edasının bile insanın ‎kurtuluşu için yetmeyeceğini söyleyip asıl meselenin rahmet-i ilahiyeye iltica olduğunu anlattım. Bu sözü de Efendimizin bir hadis-i şeriflerine dayanarak söyledim: Bir gün ‎Allah Rasûlü "Hiç kimse ameliyle kurtulamaz." deyince, sahabe efendilerimiz: "Sen de mi ey Allah'ın Rasûlü?" ‎diye sorarlar. Efendimiz, "Evet, ben de kendi amelimle kurtulamam. Ancak Allah rahmet ederse kurtulabilirim." cevabını verir. Ama aynı Allah ‎Rasûlü bir başka hadislerinde, "Lailahe illallah deyin kurtulun." buyurur. Zannediyorum, havf ve reca dengesini anlamayanlar en masumane sözleri de kendi anlayışlarına göre bir yerlere çekiyor ve keyiflerine göre yorumluyorlar.
Soru: Peygamberimiz'in ilk senelerde kelime-i tevhidin sadece ilk kısmını söylediğini iddia ettiğiniz hususu tenkit ediliyor?
Önce şunu ifade edeyim ki; bu benim iddiam değil; insanları, az da olsa bildikleri uluhiyet inancına ve tevhid düşüncesine çağırmak ve daha sonra söyleyeceklerine alıştırmak için Efendimiz'in kullandığı bir tebliğ yoludur. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) Allah (celle celâlühû) tarafından bütün insanlığa son elçi olarak gönderilmiş ve kendisinden önceki peygamberler gibi başta tevhid (Allah'ın varlığı ve birliği) olmak üzere itikada ve amele müteallik değişik esasları insanlara tebliğ etmekle vazifelendirilmiştir. Evet, diğer elçiler gibi o En Büyük Elçi'nin de ilk vazifesi insanları değişik putlara tapmaktan, onların esaretinden kurtarmak suretiyle bütün kainatta farklı eser ve tecellileriyle varlığını ve birliğini apaçık gösteren bir tek Yaratıcı'ya inanmalarını; dolayısıyla da her türlü zihnî, rûhî ve kalbî dağınıklıktan kurtulmalarını sağlamaktır.
Efendimiz risalet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, adeta mahalle mahalle, çarşı çarşı, kapı kapı dolaşarak muhataplarına Allah'ın tek yaratıcı olduğunu, dünya saadetinin ve ahirette kurtuluşun buna inanmakla mümkün olabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Haddizatında, bu teklifte bulunan belli ki bir peygamberdir ve O'nun tevhid davetini kabul eden de O'na inanmak suretiyle nübüvvetini de kabul etmiş demektir.
Başta Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i olmak üzere değişik pek çok kaynakta geçen bir hadis-i şerif şöyledir: Rabîa bin Abbâd anlatıyor: Allah Rasûlü'nü Zü'l-Mecaz panayırında gördüm. İnsanların arasında dolaşıp onları Allah'a inanmaya çağırıyor ve durmadan tekrar ederek "Kûlû lâ ilâhe illallah, tüflihû - Allah'tan başka ilah yoktur deyin, kurtulun!" diyordu. (Yani kurtuluşu Lailahe illallah demeye bağlıyordu) İnsanlar da sükûnetle dinliyorlardı. Yalnız Allah Rasûlü'nün arkasında saçları örülü ve aynı zamanda da şaşı birisi vardı ki, Allah Rasûlü'nü susturmaya uğraşıyor, etrafındakilere de "Bu adama inanmayın, –hâşâ– o bir yalancıdır; sizi atalarınızın dininden döndürmek istiyor!" deyip duruyordu. Oradakilere adamın kim olduğunu sordum. Bana "Allah Rasûlü'nün amcası Ebû Leheb'tir" dediler.
Efendimizin peygamberliğinin ilk yıllarında gerçekleşen bu hadise ve Onun "Lailahe illallah deyin kurtulun!" deyişi, Ebû Cehil'in orada bulunduğu ve Efendimiz'in mübarek yüzüne toprak savurduğu gibi değişik ek ve nüanslarıyla Müstedrek'te, İmam Buharî'nin Tarihu'l-Kebîr'inde, Beyhakî'nin Sünen'inde ve daha başka eserlerde anlatılmıştır. Sahih-i Buharî şerhi Fethu'l-Barî'de İbn-i Hacer, Efendimiz'in "Allah'tan başka ilah yoktur deyin, kurtulun" ifadesinin, O'nun kavmine ilk çağrısı olduğu ve Yemen'e gönderdiği Hazreti Muaz'a da, "Onları davet edeceğin ilk şey Allah'ın birliğine şehadet etmeleri olsun" dediğini nakleder.
Soru: Yani Hazreti Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bunu bir tebliğ metodu olarak mı yapmış?
Bu üslupta aslında Peygamber Efendimiz'in tevazu ve mahviyetini görmek gerekir. Ben bu konudaki hadis-i şerifleri ne zaman zikretsem hep gözlerim dolmuş ve "Ya Rasûlallah, senin ismin olmadan bu söz eksik kalıyor; ama zannediyorum sen insanları kendine çağırmadığını, onları Allah'a davet ettiğini ifade etmek ve onları alıştırmak için kendi adını zikretmiyorsun. Senin mülahazalarının ötesinde bir şey söylemek haddimiz değildir; fakat, orada senin adının geçmemesi bana çok giran geliyor; çünkü, sensiz bu yollar aşılmaz, sensiz sahil-i selamete ulaşılmaz!" demişimdir.
Doğrusu, kelime-i tevhidin ancak Efendimiz'in peygamberliğini ikrarla tamam olacağı hususundaki inancıma –ki bu her müslümanın inancıdır– kitaplardan ve eski sözlerimden deliller göstermeyi de çok gereksiz buluyorum. Fakat, adeta cımbızla seçip hem de anlamadıkları sözleri kendi anlayışlarına göre yorumlayanlar mesela şu cümlelerimi hiç mi görmediler diye düşünmeden de edemiyorum: "Artık bugün eşya ve hâdiseleri didik didik eden pek çok kimse mutlak hakikat olan Allah'a ulaşma yolunda buna karşılık pozitivizm ve rasyonalizmin getirmiş olduğu "inkâr-ı ulûhiyet" anlayışı da yavaş yavaş yıkılıyor. Batı âlemindeki ferdî hâdiselerle başlayan, yani James Jean, Eddington, Einstein gibi kimselerin dine yönelişi, şimdilerde kitlevî hüviyet kazanmak üzere.. fakat ben ne kadar arzu ederdim, "La ilahe illallah" diyen bu insanlar, "Muhammedun Rasûlullah" desin ve tam kurtuluşa ersin.! Meselâ, Jean deli gibi aşık bir insan. Ama Muhammedî vapura binememiş. Eddington, astro-fizikçi. Devasâ bir kamet. James Jean Pakistanlı bir dostundan "Allah'tan hakkıyla korkan âlim kullardır" ayetini duyunca "Bu başka değil, bu bir Allah kelâmı" itirafında bulunur; bulunur ama, bu Hazreti Peygamberi de ikrar anlamına gelir mi? Bunu bilemeyeceğim ama, Einstein bu kâinâtı, içinde işleyen müthiş nizam ve ahengi görüp de Allah'ı kabul etmemeyi aptallık sayar. Fakat o da Hazreti Muhammed'in kaptanlığını yaptığı gemiye binemeyenlerden biri.. ve daha niceleri..." (Fasıldan Fasıla-2, 255)
Evet, en masumâne sözlerden hiç olmayacak manalar çıkaranlar, keşke bir kez olsun, cami kürsülerinde Peygamber Efendimiz'i anlatmaya çalıştığım, aylarca devam eden vaazlarıma ve daha sonra Sonsuz Nur adıyla kitaplaştırılan, belki yirmi değişik dile tercüme edilen, bugün yurtdışında üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan ifadelerime de baksalardı.
Soru: Diyalog toplantılarına gelip giden gayr-i müslimler arasında İslam'ı hak din, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'i de hak peygamber olarak kabul edenlere şahit oldunuz mu?
Diyalog sürecinde benim yanıma gelenler ve farklı ortamlarda görüşmelerimiz de oldu. Beraber bulunduğumuz zamanlarda namaz vakti girince izin istediğimiz zaman saygıyla karşıladılar. "Buyurun, siz ibadetinizi bitirinceye kadar biz de burada dua ederiz" dediler. Böylesine yumuşak tavırlı insanlardan yüzlercesi diyalog faaliyetleri sayesinde "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Kur'an, Allah kelamıdır" dedi… Onlardan biriyle -isim vermeyeceğim- uçakta giderken bir an eğildi kulağıma, "Ben senden de saklayamam ki, La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" deyiverdi.
Onları görünce, Üstad hazretlerinin bir kerametini daha müşahede etmiş oldum. O, "İsevî Müslümanlar" tabirini kullanarak bu türlü insanlara dikkat çekmiş ve aynı zamanda onlara bir jest yapmış. Bu tabirle, Hıristiyan olduğu halde dinimiz hakkındaki önyargılardan kurtulmuş, Efendimiz'i peygamber, Kur'an'ı da Allah kelamı olarak kabul etmiş kişileri kastetmiş. Bugün böyle insanlardan yüzlercesini göstermek mümkündür. Hatta, bir yerde kocaman bir Hıristiyan grup bulunduğunu ama artık Efendimiz'e inandıklarını ve her fırsatta İnsanlığın İftihar Tablosu'nun nübüvvetini anlattıklarını orada vazife yapan arkadaşlardan dinledim. İşte bu kabuller çok önemlidir. Necip Fazıl ya çok hayranlık duyduğu Pascal hakkında veya bir başka düşünür için, "Limana kadar geldi gemiyi kaçırdı" der üzülürdü. Evet, Rasûl-ü Ekrem'in gemisine binmek çok önemlidir. Sâdi, Bostan'ında "O ümmete ne gam var ki onun gemisine binmişler. O geminin kaptanı O'dur." der. Binlerce insanın "La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" demesine vesile olmak ve onları da Hazreti Muhammed'in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) gemisine taşımak çok ama çok önemlidir. Samanyolu televizyonunda neşredilen "Diyaloğun Meyveleri" adlı seri ve "Yeni Hayatlar" isminde yayınlanan dizi bu insanlardan onlarcasını ekrana taşıdı; şahsen gözyaşlarıyla izledim onların dinimiz ve kültürümüz hakkındaki intibalarını.
Burada Katolik kilisesindeki bir direktörün hocalık yapan bir arkadaşımızla arasında geçen bir olayı da anlatayım: Arkadaşımız anlatıyor: "Direktör bir keresinde 'Ben derse giremeyeceğim. Dersime sen gir' dedi. Hocam dedim 'Derse gireyim ama ben ne anlatayım orada?' 'Canım ne anlatacağım var mı? Gir Fatiha'yı anlat. Sizinle bizim aramızda müşterek bir suredir bu.' dedi. Ben de girdim, onun sınıfında Hıristiyanlara Fatiha'yı anlattım; anlattım ve hiçbir menfi tepki almadım, aksine takdir aldım. Bir gün yanına gittim. Odasında oturuyordu. Elinde Kur'an, okuyordu. 'Ne yapıyorsunuz?' dedim. 'Kur'an-ı Kerim okuyorum' dedi. 'Ama bilesiniz, sizin Eski Ahid'i okuduğunuz gibi sadece bilgi edinmek için değil Kur'an Allah'ın kitabı olduğu için sevap kazanayım diye okuyorum."
Şimdi eğer elit sınıf arasında bu kadar bir yumuşaklık meydana getirilmişse bence bu önemli bir kazançtır. Bunu sadece inananlarla, ihtida edenlerle de ölçmemek lazım. Müslümanlığı şöyle böyle kabul edenleri de bir kazanç saymak lazım. "Kur'an Allah'ın kelamı olabilir" ya da "Hazreti Muhammed peygamber olabilir" diyenleri de yarınlar adına büyük bir kar kabul etmek lazım. Bugünkü nesilden sonra gelecek farklı nesiller olacaktır. Siz bu uçurumları bugün kapamazsanız yarın kendinizi ve o doğru düşüncelerinizi ifade etme imkânını bulamazsınız. Şimdiye kadar hep uçurumlarla birbirimize karşı uzak durmuşuz. Onlar gelsinler diye beklemişiz. Öyle değildir mesele; önce uçurumların kapatılması lazımdır.
Üstad hazretleri Kur'an'ın onlara hitaben "Ya ehlelkitap" demesini, "ya ehlelmektep" şeklinde bir çağrı olarak yorumluyor. Yani, "Siz okumuş insanlarsınız. Gelin bir kelimede, Allah kelimesinde birleşelim." O ayete öyle yorum getiriyor. İşte, bugün bazı önyargılı kimseler mesafeli dursalar da özellikle okumuş, araştırmış ve bilgi sahibi olmuş insanlar kendilerine uzatılan diyalog eline samimiyetle mukabelede bulunuyorlar. Bazı ortak değerler sayesinde tanışma ve yakından tanıma yoluna giriyor ve çok geçmeden de dinimizin, kültürümüzün güzelliklerine hayran kalıyorlar.
Bu açıdan, öyle inanıyorum ki, başka kültürlerin temsilcileriyle bir araya gelmekten ve meseleleri müzakere etmekten çekinenler, ancak kendi değerlerinden şüphe eden mütereddidlerdir. Hazreti Musa gibi Allah'a itimat edip elindeki mübarek asâya ve mazhar olduğu yed-i beyzâya güvenenler, karşılarına Firavun'un sihirbazları da çıksa, onların el ve ayak oyunlarıyla mağlup olmayacaklarından emin; hak ve hakikati onların ruhlarına da duyurma heyecanıyla dopdoludurlar. Şayet, siz de kendi güzelliklerinizden ve öz değerlerinizden eminseniz, onları her panayırda ortaya çıkarın ve her fuarda sergileyin.. sergileyin, zira, bazı kadirşinas insanlar arasından bunları görecek, beğenecek, takdir edecek ve benimseyecek kimseler mutlaka çıkacaktır.
Soru: "Gönüllüler Hareketi" olarak da anılan bu eğitim ve diyalog faaliyetlerini inceleyen sosyologlar "hareketin bağımsızlığı"na vurguda bulunuyorlar. Hem bağımsız olmak hem de herkesle diyalog halinde bulunmak çok zor değil mi?
Aslında, hür ve tam bağımsız olma ile diyalog arayışının ve herkesin konumuna saygı anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunma birbirine ters şeyler değildir. Çünkü, sadece Allah'a kul olduğunuzun şuuruyla hareket ediyor ve O'nun rızasını tahsil etmek için çalışıyorsanız, bu itibarla siz, bağlanacağınız kapıya bağlanmış ve sâir kayıtlardan kurtulmuşsunuz demektir. Bu niyetinizi gerçekleştirmek için diyalog, hoşgörü ve eğitim yolunu vesile kabul ediyorsanız, başka insanlarla biraraya gelirken bazı davranışlarınıza bir kısım kayıtlar koyuyormuş gibi olabilirsiniz; mesela, onları da hesaba katmak, onların tavırlarını, davranışlarını ve hissiyatlarını da gözetmek zorunda kalabilirsiniz. Fakat, aslında bunlar hürriyeti sınırlama manasına gelmediği gibi temelde İslam'ın ruhuna da aykırı değildir. Çünkü, insanları kendi hissiyatlarıyla okuyamaz, kendinizi onların yerine koyamaz ve günümüzün ifadesiyle "empati" yapmazsanız, onların ihtiyaçlarını göremez, isteklerini belirleyemez, dillerini çözüp duygularını öğrenemez ve çok meselede isabetli kararlar veremezsiniz. İsabetli karar verebilmeniz ve adımlarınızı daha rahat atabilmeniz için onları iyi tanımanız, kültürlerinin temel örgülerine vâkıf bulunmanız, hassas oldukları noktaları bilmeniz ve hissiyatlarını da hesaba katmanız gerekir.
Şayet, bu hususları gözardı ederseniz, kendi değerlerinizi öne sürerken hiç farkına varmadan onların değerlerine dokunmuş; onları kendinizden ve öz değerlerinizden kaçırmış olursunuz. Mesela; Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderildiğinde ve Sultân-ı Enbiya olduğunda şüphemiz yoktur. Evet, O'dur nübüvvet silsilesinde vücud-u Hakk'a en açık burhan. O'dur ilahi emirlere en fasih tercüman. Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, peygamberlik semasının kutup yıldızı da O'dur... Ne var ki, Hazreti Mesih'i her şey gören, hatta onun hulul ve ittihadına inanan ve ona bir yönüyle "Rab" diyen insanların yanında, daha söze başlar başlamaz, "Efendimiz eşi menendi olmayan birisidir, bütün Peygamberler –bilâistisna– O'nun kapıkulu ve halâyıkıdır." der; Merhum Ali Ulvi Kurucu'nun,
"Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim."
mısralarıyla gürlerseniz, muhataplarınızın hissiyatını hesaba katmamış ve daha ilk anda onların kabul kapılarını kapatmış olursunuz. Söyleyeceğiniz sözlerin doğru olması gerektiği gibi, o doğrunun dile getirileceği yer, zaman ve üslup da çok iyi tesbit edilmelidir.
Şahsen, bu türlü hususlara dikkat ederken, çok defa "Ya Rasûlallah, beni affet; burada sana hakkıyla tercüman olamadım. Fakat, muhataplarımın hissiyatını gözönünde bulundurarak, onları tepkiye sevk etmemek ve Seni tam olarak anlatabilmek için böyle davrandım!" demiş ve O'ndan özür dilemişimdir. Evet, siz o insanları tanımazsanız, bazı meselelerde onların duygu ve düşüncelerini gözetmez ve bir ölçüde konumlarına saygılı olmazsanız, kendinizi anlatma fırsatını hiç mi hiç yakalayamazsınız. Dininizden, milletinizden ve tarihinizden renkler taşıyan kimliğinizi ortaya koyma imkanını bulamazsınız.
Dolayısıyla, hoşgörü-diyalog derken ve herkesle bir çeşit irtibat içinde bulunurken de dinin ruhsat verdiği dairede dolaşmış, yine Hakk'a kulluğunuzu seslendirmiş, hürriyetin ayrı bir yanını tatmış ve bağımsızlığı başkalarına da tattırma gayretinde bulunmuş oluyorsunuz.
Soru: Bazıları, diyalog için "yalnızca ilahiyatçıların akademik bir egzersizidir" diyorlar. Bu meselede ne buyurursunuz?
İnsanlığın, bir gün mutlaka mayasındaki aslî iyilik ve güzelliğe döneceğine ve yeryüzünün, en azından genel manada bir barış ve uzlaşma atmosferiyle dolacağına inananlar için diyalog ne sadece bir egzersizdir ve ne de sadece ilahiyatçılara has bir vazifedir.
Hayır, diyalog, medeniyetler çatışmasından çok daha öte bir hakikattir ve evrensel barış için ciddi bir hamledir. Bu kutlu gaye uğrunda atılan tek bir adım bile, onu kim atarsa atsın, mübecceldir ve takdire şayandır. Ferdler, toplumlar, ülkeler ve milletler arasında dalga dalga gelişecek bir barış için en önemli şartlardan biri sürekli hoşgörü yörüngeli yaşamak, diyalog yolları aramak ve dostluk köprüleri kurmaya çalışmaktır. Dünya barışı adına devletler ve milletlerarası resmî kuruluşlar kendilerine düşeni yerine getirirken, siviller, sivil toplum kuruluşları ve fert fert bütün insanlar da bu barışın gerçekleşmesi istikametinde hoşgörü ve diyalog gayretleriyle önemli bir hizmeti ifa etmiş olacaklardır.
Soru: Diyalog faaliyetlerinde bulunmayı bir fazilet olarak değil de bir vecibe ve vazife olarak gördüğünüzü ifade etmiş ve "Diyalogdan geriye dönüş intihar olur!" buyurmuştunuz. Bu sözün manasını lutfeder misiniz?

Baştan bu yana arz etmeye çalıştığım gibi; Allah Rasûlü ve onun ashabı, gönüllere girmek için her fırsatı kullandılar; yaptıkları toplantılarla, verdikleri ziyafetlerle insanlara yakın oldular ve daha sonra da davalarını anlattılar. Ayaklarına gelinmesini hiç beklemediler, hep muhtaçların ayağına gittiler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiram öyle yaptığı gibi onları takip eden dönemlerde Raşit Halifeler, tâbiûn ve tebe-i tâbiîn asrında yaşayanlar da aynı şekilde davrandılar. Fetihlerde bile, müslümanlar kilise ve havraları yıkmadılar.. azınlıkların haklarına asla dokunmadılar.. hiçbir zaman vicdan hürriyetine kısıtlama getirmediler.. düşünce hürriyetini tahdit altına almadılar... Selahaddin Eyyûbîler, Alparslanlar, Kılıçarslanlar ve daha sonra Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler hep böyle davrandılar. Sıyanet kanatlarını açıp yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak herkesi himaye ettiler ve onlar varken kimseye zarar gelmesine meydan vermediler. Güçleri yettiği sürece, din, dil ve ırk ayrımı yapmadan herkesi korudu ve kolladılar.
Bazen kendi kendime diyorum ki; keşke güçlü olduğumuz dönemde dil belli ölçüde yaygınlaştırılsaydı, din üzerinde biraz daha hassasiyetle durulsaydı. Fakat, daha derin düşününce, ecdadımıza "bin bârekallah" çekiyor ve şöyle devam ediyorum: Elhamdulillah, öyle bir miras bırakmışlar ki, bizim bugün yüzümüz ak, alnımız da açık; çünkü bizim atalarımız ne Saraybosna'da, ne Makedonya'da, ne Yunanistan'da, ne Bulgaristan'da ve ne de bir dönemde hüküm sürdükleri bir başka beldede hiç kimseye baskı yapmamış, hiç kimseye zulmetmemiş, hiç kimseyi dinini ve dilini değiştirmeye zorlamamış ve günümüzde uygulananlardan çok daha ileri seviyede bir demokrasi anlayışı sergilemişler.. sergilemiş ve İslam'ı hal diliyle anlatma yolunu seçmiş, müsamaha ve hoşgörüyle insanların gönüllerine girmişler.
Dolayısıyla, hem temel kaynaklarımız hem de tarihî tecrübeler gösteriyor ki, hoşgörü ve diyalog bizimle başlayan bir yol değildir; o bizim mazimizin özü ve üsaresidir. Dahası, bu mesele falanın iç inceliğinin, filanın şefkat enginliğinin ve bir başkasının vicdan genişliğinin ifadesi de değildir. Dinî ve tarihî kaynaklarımız bunu bir vazife ve vecibe olarak inananların omuzlarına yüklüyorsa, bu yolun birilerince sahiplenilmesi söz konusu olamaz. O hiç kimsenin şefkat ve merhametinin ürünü değil; İslam'ın şefkat ve merhametinin neticesidir.
Diyalog anlayışımız, İslam'ın özünden, Kitap'tan, Sünnet'ten ve dinin yoruma açık yanlarının upuzun bir tarih boyu yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. İsterseniz şöyle de diyebilirsiniz; bu anlayışın kaynağı, Kur'ân, Sünnet, İcma ve Kıyas gibi asli delillerle, yine bu delillerden çıkarılan, İstihsan, İstislah, İstishab, Beraat-i asliye, Örf ve âdetlerin meşru olanları gibi fer'î (ikinci derecede olan) delillerdir. Evet, bir kere daha ifade edeyim; dünyanın her yanında dinimize ve kendi medeniyetimize tercümanlık eden insanların yaptıkları, onların hususi mahiyette ve kendi tabiatlarına bağlı olarak icat edip ortaya koydukları şeyler değildir. Yani hoşgörü demek, başkalarına sevgi eli uzatmak, el sıkışmak, konumlara saygılı davranmak, kimsenin dinine ve diyanetine ilişmemek onların şahsî hissiyatlarından, özel düşüncelerinden ve mülâyemetlerinden kaynaklanmamakta; aksine çok sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil, bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üsluptur; çünkü dayandığı kaynaklar kalıcı ve değişmeyen esaslardır.
Bizden öncekiler arasında bu noktada kusurlu davranmış olanlar bulunabilir. Bazıları, dahilî veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alâkadar etmez, biz yapabilirsek vazifemizi yapmaya devam etmeliyiz.
Dolayısıyla, dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse de biz hep aynı düşünceleri ifade etmeli ve diyalog demeliyiz; demeliyiz, zira temel kaynaklarımız farklı düşünmemize müsaade etmiyor. Zaten aksini düşünmek ve bu işi terketmek, harakiriden ve intihardan farksız olur. Zira, bugüne kadar terörle, canlı bombalarla, uyuşturucuyla baskı altına alınarak robotlaştırılmış insanlarla karartılan İslam'ın çehresini kendi güzelliğine yakışır bir tarzda göstermenin yegane yolu diyalogtur; Allah'ın izniyle bu yolda epey mesafe katedilmiştir ve bu süreç asla inkıtaya uğratılmamalıdır.
Efendimiz'in, "Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır" sözünü bizlere verilmiş bir hedef olarak anlıyorum. Benim Efendimin, teröristlerin mensup olduğu bir dinin kurucusu gibi tanınması, O'na karşı yapılan çok ciddi bir haksızlıktır. O'nun doğru tanıtılması, diyalog ve hoşgörü temsilcilerinin önünde ihmal edilmesi düşünülemeyecek derecede önemli bir vazife olarak duruyorken, onların başka düşüncelere girmeleri kendileri ve dinleri hakkında oluşmaya başlamış güzel kanaatleri yıkmaları manasına gelir ki, bu da ihanet olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder